Kore Gazisi Cemal Koç'un anıları

Kore gazisi cemal koc un anilari

Geçtiğimiz günlerde vefat eden Kore Gazisi Cemal Koç, yalnızca cephede gösterdiği kahramanlıkla değil, aynı zamanda geride bıraktığı hatıralarla da hafızalarda yaşamaya devam ediyor.

Ankara Vali Yardımcısı Zafer Orhan’ın İlkadım Kaymakamı olduğu dönemde destekleriyle hazırlanan “Samsun’da Yaşayan Kore Gazilerimiz” adlı eserde yer alan Cemal Koç’un anıları, bir dönemin tanıklığını gelecek nesillere aktarıyor.

Koç’un anıları, hem savaşın zorluklarını hem de bir gazinin gönlünde taşıdığı vatan sevgisini çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.

Sizi Kore Gazisi Cemal Koç’un anıları ile başbaşa bırakıyorum:


Adı Soyadı:  Cemal  KOÇ

Doğum Yılı: 1928

Doğum Yeri : ORDU

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1928 Ordu, Aybastı, Özyurt köyü doğumluyum. Beş çocuğum var.

Askere gitmeden önceki durumunuz neydi?

Çobanlık yapıyordum. Bekârdım. Askerden geldikten sonra evlendim. Çok fakirdik, devlet fakir, millet fakir...

Kore'ye gitme haberini nasıl aldınız?

1949'da asker oldum. Askerlik kâğıdım geldiğinde çok fakirdik. Ayakta çatlak çarık, boğaz aç, giyecek yok! Bu yüzden askere gitmeye can attım, çok sevindim. Gölköy şubesine gittim ama devlet fakir olduğu için, bir potin ile avcı yeleği verdiler. Günde bir tek öğlenleri bir baş soğanla sekiz zeytin tanesi veriyorlardı. Yol ve vasıta olmadığı için on sekiz gün orada kaldık. Cepte para yok, boğaz aç, millete saldırmaktan başka çaremiz kalmadı. En sonunda bizden canları yandı, Ordu'ya sevk ettiler. Orada da yirmi gün kaldıktan sonra vapurla Samsun'a geldik. Altı günde Samsun'da kaldıktan sonra Merzifon'a ulaştım. Dokuz ay Merzifon'da kaldım. Oradan da Kayseri Zincidere'ye gönderdiler. Orada üç ay uçaksavar eğitimi aldık. Üç ay sonunda tatbikattayken acilen bizi çağırdılar. Ama Kore'den hiç haberimiz yok. Herkes gitti ama ben onbaşı olduğum için top ve mühimmat benim üzerime zimmetliydi. Taburdan asker gelip her şeyi teslim ettikten sonra, içtimaya katılmak için ben de yola çıktım. Arada biraz mesafe ve yol boyu üzüm bağları vardı. Yolda yürürken bir bekçiyle karşılaştım. "Nereye gidiyorsun? Oradan biraz üzüm alıp yesene!" dedi. "Kardeşim ben askerim, üzüm yiyebilir miyim?" dedim. "Fransız askerlerine mi götüreceksin. Yediğin o, pişman olacaksın, al da ye!" dedi ve ağlamaya başladı. Neden ağladığını sordum. "Siz buraya geldiniz ama şimdi harbe gideceksiniz, ona ağlıyorum ben." dedi. "Deli misin? Ne harbi?" dedim. Meğer sivil halk duymuş. Sonra bir salkım üzüm aldım. Biraz da kavurma verdi, onu da yedim. İçtima yerine vardım, albaya tekmil verdim. "Hoş geldin. Üç adım ileri çık. Seni sivil hayatına bıraktım. Şu an sivil hayattasın, asker değilsin. Komşunun evi yanıyor, ne yaparsın?" dedi. “Ne yapacağım komutanım? Köyde itfaiye olmadığı için "Komşular koşun, kazma getirin toprak atalım, sitil getirin su atalım!" derim. "Sen şöyle geç o zaman. Kore'de komşun yanmış!" dedi. Herkeste yaslı bir duruş vardı. Meğerse onlara anlatmışlar. Arkadaşımın birisi "Ya o burada kalır, ya da ben de giderim!" dedi. Komutan da "Geeeç!" dedi. Gerisine kep çıkarttırdı. İki tane kel vardı, kalanı çivi gibi askerdi. O ikisini ayırdı, diğerlerine "Hepiniz Kore'ye gideceksiniz" dedi. Bizim tabur komutanımız vardı, binbaşı. Zincidere'de uçaksavar taburunu da getirmiş. Kendisi ağlıyor, "Evlatlarım, siz de ağlayın!" diyordu. Herkes başladı ağlamaya. Sonra bizi meydanda topladılar. Kolordu komutanı, Kayseri valisi konuşma yaptı. Halk bize bir şeyler hazırlamış, onları yemeye çalıştık ama boğazımızdan geçmedi. Daha sonra trenle Ankara Sarıkışla'ya gittik.

 Kore'ye gitmeden önce bir eğitim aldınız mı? 

Ankara Sarıkışla’da altı gece kaldık. Gündüz izinliydik, gündüz çarşıda geziyorduk. Oradan uçaksavarda olanları İstanbul Tuzla'ya gönderdiler. Yirmi bir gün kurs gördük. Bizimle gelmeyenler de Etimesgut'ta eğitim gördüler. Yirmi üçüncü gün dere kenarına ateş etmeye çıkardılar. Merzifon'daki yüzbaşımızda oradaymış. Uçağın arkasına bir balon bağlamışlardı. Önce balona ateş edip patlattım, sonra ipini taradım. Komutanım yanıma geldi, alkışladı, öptü, ağladı. Oradan tekrar Ankara Sarıkışla'ya döndük. Dört bin beş yüz kişiydik, başımızda da Tahsin YAZICI vardı. Oradan dört posta trenlerle İskenderun'a gittik. Kamil adında bir arkadaşım vardı, İskenderun'da idi. Oraya gideceğimi öğrenmiş. “Zurna çalarsam sesinden beni tanır." demiş. Dinlenirken bir zurna sesi duydum. "Bizim oranın da havasına ne kadar benziyor?" dedim. Sonra komutanın hurcunu taşırken bir de baktım Kamil! Sonra Kamil, üsteğmenden beni bir gün almak için izin istedi. Komutanım da altı gün izin verdi. Altı gün sonunda ağladım ağladım, gözyaşlarımı mendilime sildim. "Bu mendili al, anama ver!" dedim. O da anama vermiş, sonra vapura bindik. 

Gemi yolculuğu nasıl geçti? 

Süveyş kanalından geçtik. On beş gün sonra Hindistan'ın Colombo limanına vardık. Bize mektup yazmamızı istediler. Kısa bir mektup yazdık. Otuz beş gün otuz beş gece süren yolculuğun sonunda Kore'nin Pusan limanına vardık. 

Kore'de neler yaşadınız?

Tırlar ile Pusan'dan Teko şehrine götürdüler. Altı gün altı gece kampta kaldık. Oraya bir kılavuz generali geldi. Tahsin Yazıcı'ya, Amerikan 25. tümeninin baskına uğradığını söyledi. "Kurtarsa kurtarsa bizi, Türkler kurtarır!" demişler. Paşamız da "Hemen, hemen!" dedi. Sonra bizi araçlara bindirdiler ve gittik. 25.tümenini sarıldığı yer Kunuri cephesiydi. Kunuri'de Amerikan 25. tümenini Çinliler sarmış. Biz de Çinlileri sardık. Bir ateş başladı ama ortalık yıkılıyor. Çinliler demişler ki "Bu Osmanlı askeri değil, Cumhuriyet askeri. Bunları canlı ele geçireceğiz, yakacağız, küllerini gözlerimize süreceğiz!" Biz 4.500 kişiydik. Onlar da tekrar iki ordu ile bizi sarmışlar. Dokuz gün dokuz gecede beş yüz şehit verdik. Biz de onlara çok zayiat verdirdik. Onlar da "Cumhuriyet askeri, Osmanlı askerinden de betermiş! Önünü açın, bırakın gitsinler!" demişler. Dört tarafımız sarılıyken bir tarafı açtılar. Biz de oradan geri çekilmeye başladık. Çok kayıp vermemizin sebebi, Amerikalıların kaçması oldu. Biz oradan kurtulan Amerikan askerlerinin taarruza geçip bize destek vereceklerini sanıyorduk ama onlar bırakıp kaçtılar. Dokuzuncu günün akşamı yol açılınca taburun hepsi çekildi. Han nehri üzerindeki köprüyü yıkmasınlar diye, bir başında ben diğer başında başka bir topçuyla beraber savunmada kaldık. Çünkü köprü çok önemliydi. Diğer askerlerin de geçerken güvenliğini sağlamak için köprünün güvenliği önemliydi. En sonunda bütün askerlerimiz çekilince bize de "Bırakın, gelin!" emri geldi. Dönüşte terk edilmiş levazımı da ateşe verdik. Gece İnchon şehrine geldik. Deniz kenarında bir şehirdi. Canlı mahluk yok, kuş bile yoktu. Bir yokuştan çıkarken aracımız arıza yaptı. Diğer arkadaşım aracın arızasına bakarken, ben de etrafı kontrol ediyordum. Bir de baktım saz şapkalı, bol gömlekli bir sivil geliyor. "Be stop!" yani "Davranma!" dedim. O da "Ok" dedi. Ama ellerini kaldırırken meğer elinde küçük bir silah varmış, arkadaşıma ateş etti. Ben de onu vurdum. Arkadaşıma bir şey olmadı, kurşun radyatöre saplandı. Bir süre sonra, çok hızlı bir şekilde gelen bir araç gördük. Tüfeği doğrulttum aracı durdurdum. Amerikan aracıymış. İnen askere aracın ariza yaptığını anlatmaya çalıştık. O da baktı ve tamir etti. Onu aracını benzinle yakıp, bizim araçla yola devam ettik. Yolda giderken, yolun ortasında bir binbaşı oturuyordu. Kimse almamış. Adamın karnını mermi, bir yandan diğer yana bıçak gibi kesmiş, bağırsakları çıkmış. Arabadan sıhhiye çantasını aldım, karnını sardık, binbaşıyı da alarak yola devam ettik. Yolda 38.Amerikan Alayına rastladık. Konvoy yol boyu gidiyordu. Telsizden "Ahmet Behçet Cavit! Duyduysan cevap ver, seni arıyorum!" diyoruz." "Ahmet Behçet Cavit" de Türk tugayının telsizdeki şifreli ismiydi. Ama cevap bir türlü vermiyordu. Meğerse bizim hattı Amerikalılar kesmiş. Sonra bir cevap geldi: "Ahmet Behçet Cavit, diyorsunuz ama sizin tugayınız esir düştü. Bize tabisiniz, bizim peşimizden gelin!" dedi. Delirmemek işten değil. "Bütün tugay teslim oldu." diyor ama inanmadık. 38. Alay mola verdi, biz de onlarla durduk. Arkadaşlar biz burada konaklıyoruz ama bunlar gavur. Bunlar nöbet tutmaz, bir darbe yeriz. O çatışmadan çıkıp (Kunuri'den) burada ölmek doğru değil!" dedim. Biz de dokuz kişi nöbet tutmaya başladık. Gece bir teyyare sesi duyulmaya başladı, "Top başına!" diye bağırdım, herkes yerini aldı, silahlarını doldurdu. Tayyare tepemizde dolaşıyordu. Aydınlatma lambalarını yaktı, alayı bombalayacaktı. Ben de uçaksavarla ateş etmeye başladım. Tayyare vuruldu ve Han nehrine düştü. Alay komutanı kendi askerleri vurdu sanmış. Sonra bir de bakar ki ayakta bir tek biz varız. Tercüman getirmiş, "Siz bu uçağın buraya geldiğini nasıl duydunuz da vurdunuz?" dedi. "Askerin duymaması var mı? Biz sabaha kadar nöbet tutarız." dedim. O da “Sabaha kadar dayanılır mı?” dedi. “Öyle değil. Üç saat o, üç saat bu, üç saat ben şeklinde tutarız." dedim. Meğer onlar hiç nöbet tutmazmış. Hatta bir gece Çinliler gelip çadırda kalan askerleri süngüyle öldürmüşler. On sekiz gün onlarla beraber kalıp, nöbet tutmayı öğrettik. En sonunda tugayımızın bulunduğuna dair bir haber geldi. Tugayımız Pusan'da bulunmuş. Bir kılavuz generali ile birlikte Pusan şehrine vardık. Dört bin beş yüz kişiden beş yüz kişi toplanmış. Kalanı hep kayıptı. Sonra 25.Amerikan tümeni komutanı gelip, bizim komutanımıza "Türkiye'ye nasıl gideceksin?" dedi. Komutanımız da "Neden? Ben askerimi tamamlayacağım Allah'ın izniyle! Bak bugün dokuz askerim geldi. Gerisi her biri bir ahu dibinde" dedi. Kırk gün içinde dört bin asker tamamlandı. Dört yüzünü Kunuri'de şehit verdik, yüz kişi de esir gitti. 


Esirlerden haber alabildiniz mi?

Amerika, İngiltere, Fransa ve Yunanistan Kunuri yakınlarında bir cepheyi sökememiş. Amerikalılar cepheyi sökemediklerini söylemiş. Tahsin Yazıcı da bizim iki buçuk saatte alabileceğimizi söylemiş. Sonra biz de cephenin yakınına gittik. Albayımız Tahsin Yazıcı'ya Biz girersek, Amerikan uçakları da orayı bombalarsa, biz de ölürüz. Siz bana bir tayyare bulur musunuz?" dedi. Tahsin Yazıcı da "Sen mi bombalayacaksın?" dedi. "Ben zaten pilotum, bakmayın beni buraya verdiler!" dedi. Tahsin Yazıcı da telsizle bir uçak ayarladı ve albayı ciple gönderdi. Albay sortiler yaparak o bölgeyi bombaladı. Daha sonra biz o bölgeye girerek iki buçuk saatte orayı aldık. Girdiğimiz yerde bir tepe vardı. Çinliler o tepeyi alttan kazıp diğer taraftan çıkmışlar. Orada bir mektuplar bulduk. Birisinde "Gardaşlarım! Bu mektup kimin eline geçerse, uçaksavar bataryasına versin! Benim halime bakın ağlayın! Size atılan mermileri bana verdiriyorlar!" yazıyordu. Daha sonra onları şehit etmişler, hepsini topladık. Şimdi Pusan'da şehitlikte yatıyorlar.Mustafa Güneş adında bir arkadaşım vardı. Seul'de bir kavaklık için "Burayı ya Türkler alacak, ya da güneş doğmayacak!" dediler. Sabahleyin Seul'e askeri cephaneyi yığdık. Akşam on'u geçerken ateş başladı. Bir baktım ki Mustafa Güneş'i sekiz kişi tutmuş götürüyor. Ateş etmediğime ne kadar pişman oldum! Vurmak istedim ama Mustafa da vurulurdu, ben de katil olurdum. Sabaha kadar ateş susmadı. Sonunda çatışma bitti. Yaralı toplamaya gidecektik. Kafileye destek gelen altı yüz kişilik gurupta Basri Bıçakcıoğlu adında bir üsteğmen vardı. Ben nöbeti teslim edip bataryaya giderken "Getir lan, tüfeği muayene edeceğim!" dedi. "Siz delirdiniz mi? Sabaha kadar ateş eden tüfeğin nesini muayene edeceksiniz?" dedim. Sonra bizi Üsteğmenimiz görmüş. "Lan Basri, gel, gel! Seni yaralı toplamaya götüreyim de gör gününü!" dedi. "Cemal bunu da al, yaralı toplayın!" dedi. Baktım üsteğmen önden gidiyor. "Üsteğmenim nereye gidiyorsunuz? Onlar ölü taklidi yapıp yaralıları üstlerine çeker, alttan da ateş ederler. Biz bir arayalım da siz öyle girersiniz!" dedim. Yaralıları topladık, hastaneye götürdüler. Sonra bir top atışı duyuldu, havada mermi ıslık çalmaya başladı. Ben hemen yere yattım. "Komutanım, yat yat!" dedim. "Kiminle dalga geçiyorsun?" dedi. "Ne dalgası, görürsün şimdi!" dedim. Sonunda o da yattı. Mermi düştü, patladı. "Oğlum! Benim askerliğim nerede, seninki nerede? Sen havadaki merminin nereye düşeceğini bile biliyorsun. Bundan sonra sana hiçbir sözüm yok!" dedi.

Hiç umutsuzluğa kapıldığınız oldu mu?

Cenab-ı Allah insanın hafızasından olanları alıp götürüyor. Arkadaşım vurulursa ben onu vuranı öldürmek için kanımın son damlasına kadar, son mermimi atana kadar onların peşindeydim. Birisi ölürse başımızda kıyamet kopardı. Orada "Ölürse ölsün!" diyemezsin. İnsanın kendisini düşünmesine fırsatımız yoktu ki!..

Yeme, içme, barınma ihtiyaçlarınız nasıl karşılanıyordu?

Vapurdan indik, Kunuride savaştık, oradan çıktıktan sonra düşmanın gözü korktu. Nerede Türk bayrağı varsa, düşman yaklaşamazdı. Bir gün cephedeyken omzunda bir çanta, boynunda bir fotoğraf makinesi olan bir adamla yanında bir kadın geldi. Türk oldukları belliydi, selamlaştık. Adam "Haliniz hatırınız nasıl?" dedi. "Kimin nesi kimin fesisin? Neden soruyorsun?" dedim. "Adım Feridun Es, gazeteciyim" dedi. Ben de sövdüm. Karısı da " Feridun Bey, Feridun Bey! Biz kampta yatıyoruz. Adam üç aydır cephede, vardır bir derdi. Evladım, ne derdin var?" dedi. "Benim memleketten yüz lira param gelirdi (hâlbuki öyle bir şey yok), üç öğün karavanam çıkardı, dokuz yüz gram tahinim çıkar, yerdim. Burada da otuz kişiye bir francala ekmek veriyorlar." dedim. "Ben yemek alsam yer misin?" dedi. "Alamazsın, bir kez alana bir daha vermiyorlar!" dedim. Beraber sıraya girdik, aynı yemekten bir kez daha verdirdi. Yemek su gibi bir şeydi. Bir dilim de francala ekmek verdiler. Onu da zaten rüzgâr götürüyor. “Ekmeği ağzına sok, tabağı da kafana dik. Sonra tabağı şu çam ağacının gövdesine firlatarak, memleketten yüz lira param gelirdi, üç öğün karavanam çıkardı, Dokuz yüz gram tahinim olurdu de" dedi. Ben de yaptım. Akşam birde bakarım ki benim film Cemsenin (askeri aracın) arkasında oynuyor. Kadına "Eğer bir daha buraya gelirsen seni öldürürüm!” dedim. Ama bunun üzerine sabah seyyar mutfak geldi. Büyük bir tencerede böbrek eti vardı. Ben de böbrek etine hiç dayanamam, iki tabak yedim. Bir tatlı geldi ki sormayın. Ben yerken bir Amerikalı gözlerini dikmiş bana bakıyordu. İşaretlerle "Yedin yedin ama ne eti yediğini biliyor musun?" dedi. Ben de böbrek eti olduğunu işaret ettim. "Ne böbreği?" dedi ve yere salyangozun semerini ve boynuzlarını çizdi. Meğer salyangoz yemişim. Ben yalandan "öghhhhh" yaptım ama öyle tatlı geldi ki!.. Olan oldu dedim. O günden sonra ekmek, yemek kıtlığı olmadı.  Bize orada daha çok konserve verirlerdi. Bir de nasıl yaptılarsa, bir un yapmışlar. O unu kaynar suya atıyorlar, diğer taraftan omlet olarak çıkıyordu. Memleketteki sefaleti, oradaki sefayı gördükten sonra ölmeye değer dedim.

Orada yaşadığınız ilginç bir anınız var mı?

Bir caddede yedi buçuk saat garnizon nöbeti tutuyordum. Biz savunmada, düşman da taarruzdaydı. Biz orada bulunan köylüyü çıkarıp peşlerinden gidecektik. Bir köpek gördüm içimden "Ne kadar güzel bir hayvan?" dedim. Saat on iki bir gibi evlerden birinden bir kadın çıktı. Köpeği "kuçu, kuçu, gıdı, gıdı" diye çağırarak yakaladı, ağaca bağladı. Evden çamaşır takacı gibi bir şey alıp geri geldi. Başladı köpeğe vurmaya. Köpek bağıra bağıra öldü." Herhalde bir zararı vardı ondan öldürdü, bana ne" dedim. İçeriden bir kazan kaynar su getirdi, köpeği içine sokup çıkardı. Sonra asıp tüylerini yoldu. Kadına ne yaptığını sordum. O da yiyeceğini anlattı. Köpeği tuttuğum gibi uçurumdan aşağı fırlattım. Kadına da köpek yenir mi diye bir iki defa vurdum. Sonra da yaptıklarıma pişman oldum. Sabah bir de baktım ki kadın Tahsin Yazıcı'nın yanından çıktı. Bir asker beni Tahsin Yazıcı'nın çağırdığını söyledi. Paşanın yanına gittim, selam verdim. "Oğlum sen deli misin? Sen koyun kessen, bir gâvur gelse, koyunu elinden alıp atsa bir de sopa atsa, ne yaparsın?" dedi. "Köpek yenir mi, komutanım?" dedim. "Oğlum, gavurluk kolay olsa herkes yapardı." dedi ve beni gece uzak nöbete yazdırdı. 

Orada en çok özlemini çektiğiniz şey neydi?

Orada süt içtim, et yedim hatta salyangoz bile yedim ama yoğurt diye bir şey görmedim. Orada vatan ve aile hasretinden sonra en çok yoğurdu özledim. Geri gelirken Fatsa yolunda indim, yürüyerek giderim diye düşündüm. Ama yorgunluktan adım atacak halim yoktu. O zamanlar atlar vardı. At kiralamak istedim ama kimse atını vermedi. Sonra yetmiş yaşlarında Ömer adında bir amca geldi. "Sen kimsin, burada ne arıyorsun?" dedi. Kore'den geldiğimi söyledim. Şaşırdı, hemen atından indi ve beni ata bindirdi. Beni Kabataş'a kadar götürdü. Yol bir gün bir gece sürdü. Muhabbet ederken "Yemediğin ne kaldı?" dedi. On üç aydır yoğurt yemediğimi ve en çok da canımın yoğurt çektiğini söyledim. Yolda bir yerde tanıdığı bir bayandan yoğurtla mısır ekmeği alıp bana yedirdi. Sonra Aybastı'ya kadar gittik. Ben atın üzerinde giderken, yetmiş yaşındaki adam yürüdü. Allah ondan razı olsun!

Dönerken gemi yolculuğunda neler yaşadınız?

Gemi Türkiye'ye çıkacak diye yağlı boya yapıyorlardı. Askerin biri sigarasını atmış, oradan yağlı boya alev almış. Geminin çanları çalmaya başladı. Arada bir cankurtaran yeleklerini giyip tatbikat yapıyorduk ama bunun şakası yoktu. "Cankurtaran yeleklerini giyen denize atlasın!" dediler. Tam Hint okyanusundaydık. Beni korkudan bir titreme aldı, çünkü yüzme bilmiyordum. Güverteye çıkan kendini denize atıyordu ama ben bir o yana gidiyorum bir bu yana gidiyorum, atlayamıyorum. Amerikalı bir zenci beni tuttuğu gibi denize attı. Elimize de köpekbalıklarından korunmak için "şaplak" verdiler. Yukarıdan da keskin nişancılar, gelen köpekbalıklarına ateş etmeye başladılar. Geminin bir tarafı komple yandı. Gemi acı acı bağırmaya başladı, batacak sandık. Meğerse yangın sönmüş, toplanın diye siren çalıyormuş. Sonra kurtarma botlarına bindik bizi vinçlerle gemiye aldılar.

Türkiye'de nasıl karşılandınız?

İzmir limanına indik ama herkes sanki limana dolmuştu. Halk bayraklarla karşıladı, bayrak bulamayan ceketini sallıyordu.

 Başka topraklar için savaşmak nasıl bir duygu?

 Bizim din dostumuz değil ama NATO yeni kuruluyordu. Orada da savaş çıkınca Amerika oraya el koyuyor. Bizimde NATO'ya girmemiz için oraya gitmemiz gerekiyordu. Biz de gittik ama gittiğimden pişman değilim.

Gazilik hissi nasıl bir duygu?

Bazıları bizimle dalga geçiyor. "Bunlar ne gazisi? Gitmişler, yemişler, içmişler bir de maaş alıyorlar!" diyorlar. Hatta bizim buralarda Ramazan dayımız vardı, İstiklal savaşı gazisi. Onunla bile dalga geçerlerdi. Bir gün birisi yine Ramazan dayıya laf söylüyordu, ben de "Lan, bilip bilmeden konuşma! Ramazan dayı gazi olduğunda sen ananın karnında yoktun. Bu adama nasıl iftira atıyorsun, git mezarından af dile!" dedim. Yani bizi bazıları hiç umursamıyor. Adımız gazi, çok anlamı yok!

Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Sağ-sol işlerine girmesinler. Vatana hizmet etsinler. Bizim şehit kanıyla yoğrulmuş topraklarımıza sahip çıksınlar. Onlar çıkmazsa kim sahip çıkacak. Bizden iş geçti, sıra gençlerde!

  • BafraHaber Yorum
  • Kore Gazisi Cemal Koç'un anıları içeriğine yorum yapmaktasınız
Favicon
  • Toplam Yorum 1
User defaultYorum Id: 241694
24 Mayıs 2025
14:13
  • Yorum Id: 241694
  • 24 Mayıs 2025
  • 14:13

Allah gani gani rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşallah. başta oğulları ömer ve mustafa koç olmak üzere yakınlarına sevenlerine başsağlığı diliyorum . çok değerli bir insandı hakkım varsa kat kat helal olsun