Hüznü Kuşanmak: Biraz Hüzne İhtiyacımız Var

Hüzün nedir` Niçin hüzünlenir insan` Aslında hüzün, canımızı acıtan, bizi derinden derine sarsan, benliğimizi saran bir duygu seli ve yoğunluğudur. Ama her duygu yoğunluğu hüzün demek değildir, ama her hüzün bir duygu seli ve yoğunluğu olarak çıkar karşımıza. Hüzün kalbin ağlaması, yüreğin sessiz çığlığıdır. Kalbimizin lisanı hal ile konuşmasıdır, burada beden de kalbe eşlik eder ve konuşur. Bazen bu konuşma göz yaşlarıyla kendini açığa çıkarır, bazen de kalbimiz içten içe ağlar. Sesini ve söylediklerini bizden başka kimse duymaz, duyamaz.

Bu duygu yoğunluğu, her zaman aynı şekilde yaşanmaz, olup bitenlerin boyutuna ve ciddiyetine bağlı olarak farklılık ve değişiklik gösterir. Daha doğrusu, hüzün, hayat karşısındaki duruşumuza, onu algılama ve yorumlama biçimimize, yaşadığımız gelgitlere bağlı olarak çöreklenir yüreklerimize. Hüzünlerin yüreğimize çökmesi, sevdiğimiz bir dostumuzun, tanıdığımızın veya yakın bir akrabamızın ölüm haberi, sonbahar mevsiminin (her şeyin bir gün son bulacağı his ve duygusunu harekete geçirmesi) sonları hatırlattığı gibi bazen belli bir nedene bağlı olarak ortaya çıkarken, bazen de nedenini bilmediğimiz ve açıklayamadığımız, ama derinden hissettiğimiz bir duygu sağanağı altında kendini gösterir. Bu, belki de insan ve/veya bir beşer olmamızın doğal ve olağan bir sonucudur. Çünkü, insan, düşünen ve arayan/araştıran bir varlık olması yanında, aynı zamanda hisseden/duygusal bir varlıktır.

Hüzne ihtiyacımız var mı` Hüzün hayatımızın neresine karşılık gelir` Verimli bir sürece katkısı var mıdır/olmuş mudur` Diğer bir deyişle, hüznün hayatımızda elle tutulur, gözle görülür, somut bir karşılığı var mıdır` Yoksa, o, basit bir duygudan mı ibarettir` Hissetmek, hüzünlenmek, içten içe sessizce çağıldayabilmek bize bir beşer değil, bir “insan” ve tabii ki, “adam gibi bir adam” olduğumuzu, kendimize ve etrafımıza karşı yabancılaşmadığımızı, hala içimizde kökleri derinlerde olan bir erdemin ve bir bilgeliğin varolduğunu gösterir. İnsan, doğal ortamında, hayatın kendiliğinden akan evleğinde yeri ve zamanı geldiğinde, her şeye rağmen mutlu olmayı, gülmeyi ve hüzünlenmeyi becerebiliyorsa, bu, onun hala dimdik ayakta durması, hayata ve olaylara karşı kendine özgü açık ve net bir tavrının olması, yüreğindeki tanrısal ruhu kaybetmemesi demektir.

Hüznün yatağı, beslendiği toprak, olgunluğa eriştiği ve mayalandığı mekan yürektir. O, hayatın gözelerinden süzülerek yüreğimizin derinliklerinde mayalanır, orada kendine özel ve ayrı bir yer edinir. Asıl formunu ve özünü ondan sonra bulur; canımızı acıtır, içimizi dağlar, tüylerimizi diken diken eder, ama bizi canlı tutar ve zarar vermez. Hüzün, önce bizi ciddi bir biçimde sarsar, üzerimizdeki külleri dağıtan bir rüzgar olur, klişeleşmiş kabuğumuzu tuz buz eder. Ardından, mayamızdaki Tanrısal ruhla birleşerek bize yeniden hayat veren rahmete ve berekete dönüşür. Hüzün, tanrının ruhumuza üflediği nefese dönüşür, çağların ötesinden getirdiği binlerce bilgi birikimini yürek otağında yoğurarak bilgelik, erdem, asalet, onur, şiir, masal, roman, hikaye, daha da önemlisi “bilgelik sevgisi”ne, diğer bir deyişle bir bilinç ve eylem felsefesine  dönüştürür.

Her şeyden önce, postmodern çağda hüzne ve bunun doğal bir sonucu olan gözlerimizin çiçeklenmesine ve yaşarmasına her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu düşünüyorum. Çünkü bu, insanda bir oto kontrol sağlama yanında, onu belli ölçüde şımarıklığa ve kendini beğenmişliğe karşı korur. İnsan başta olmak üzere doğada yaşayan diğer varlıklara karşı empati yapmamızı ve daha merhametli olmamızı sağlar. Tasavvufta müritlerin belli bir süre içinde “çile hanede” adı verilen küçük odacıklarda çile çekmeleri bu bakımdan oldukça anlamlıdır. Hüzün olaylara dıştan değil, içten ve derinlemesine bir kavrama ve bakıştır. Hüzün kalbin canlı ve dinamik olduğunun göstergesidir; hüzün basit bir duygu değil, bunun ötesinde ve üstünde bir şeydir. Hüzün, hayatın basitliğine ve sıradanlığına karşı bir başkaldırıdır.

 

 Hüzün mektuplarda, roman ve hikayelerde, özellikle şiirlerde, dolayısıyla edebiyatta verimli bir sürece dönüşür. Bir çok şairin şiirinde bunu açıkça görürüz. Belki de sözün bittiği yerde duygularımız konuşur, sessizce çağlar ve daha da önemlisi ağlar. Hissetmeyen, hüzünlenmeyen yürekten endişelenmek ve korkmak gerekir. Çünkü bu durum, bizim bir beşer olmaktan çıkarak bir başka varlığa dönüştüğümüzün, kendimize ve çevremize karşı yabancılaştığımızın, yüreklerimizin dinamizmini yitirdiğinin ve katılaştığının göstergesidir. Bu bağlamda Hz. Muhammed’in “Allah’ım! Hissetmeyen kalpten sana sığınırım” sözü ne kadar düşündürücü ve anlamlıdır. 

Hüzün, insanı olgunlaştırır, hayata, olaylara ve olup biten şeylere karşı daha sağlıklı ve daha dengeli bakmayı, onları bir bütün olarak değerlendirebilmeyi mümkün kılar. Ayaklarımızın daha sağlam ve daha kaim bir biçimde yere basmasını sağlar. Kaygan ve kaypak zeminlerde kayarak düşmemizi önler, önümüzü daha açık ve sağlıklı bir şekilde görmemize yardımcı olur. Hüzün hayatımızın doğal bir parçasıdır ve düşe kalka yürümeye çalıştığımız bu (hayat) yolda bir şekilde karşımıza çıkar. Gülmek, insan için ne kadar doğal ve gerekli bir şeyse, hüzün de aynı şekilde doğal ve gereklidir. Hayatımız boyunca biz onu değil, o bizi bir şekilde bulur. İnsan istese de hüzünden kaçamaz, pek çok defa onunla karşılaşır, karşılaşmak zorunda kalır.

Hüzün, “acıyı bal eylemektir.” Bu tabir, bizim burada anlatmaya çalıştığımız duygu ve düşünceleri oldukça iyi açıklamaktadır. Ortada acı yoksa bal da yoktur. Bal varsa, acı da var demektir. Büyük bir imkan, verimli ve paha biçilmez bir değer olduğunu bilenler için hüzün, hüzün olmaktan çıkarak bala dönüşür. Bir süre sonra bu hali yaşayan insan, ondan ayrılmak istemez, varlığı, varlığını sürdürmesi ve üretkenliği ona bağlıdır.  Hüznün hayatımızdaki yeri ve ona katkısı, verimli bir sürece dönüşmesi, diken-gül ikilemine benzemektedir. Dikensiz gül var mıdır` Gülü gül yapan dikenidir. Hüzün canımızı acıtır, ama bizi öldürmez, aksine diriltir, hep diri tutar.

Ancak bütün bunları gerçekleştirirken, elbette ki, mesele hayatımızı hüzünle doldurmak, acıtasyon yapmak, bütün olaylara duygusal/hissi olarak yaklaşmak değildir. Hüzün “aklı tatile göndermek” veya “akıl tutulması” hiç değildir. Aklı, yavan, kuru, soyut veya teorik şeylerden kurtararak daha derinlikli ve daha etkin kılmaktır. Çünkü duygudan, iç derinlikten ve tabii ki, hüzünden yoksun olan bir akıl,  ne kendinin ne de başkalarının aklını ve yüreğini tatmin edebilir. Hüzün duygusu, akla yardımcı olur veya ona destek verir. Aklın gövermesini ve olgunlaşmasını sağlar. Çünkü akılla kalbin, düşünce ile duygunun eşgüdüm halinde olması, birlikte hareket etmesi, daha dengeli, daha huzurlu ve verimli bir hayat sürdürmek için  son derece önemlidir.

 

  • BafraHaber Yorum
  • Hüznü Kuşanmak: Biraz Hüzne İhtiyacımız Var içeriğine yorum yapmaktasınız
Favicon
  • Toplam Yorum 0