Hayatın Dışına İtilen Felsefe: Kayıp Halka (II)

Bir zamanlar hayatın merkezinde yer alan felsefeyi ve felsefi mirasımızı hayatın dışına itenler, bir bakıma hangi konuda olursa olsun ‘derin düşünmeyi, kafa yormayı, eleştirmeyi bırakın, aklınızı tatile gönderin, sizin yerinize başkaları düşünsün, zaten çok okumak, çok düşünmek iyi değildir,’ demeye getiriyorlar. Öteden beri bize hep “fazla okuma, kafayı yersin” diyerek adeta okuma ve düşünmemiz bir yerde istenmemiştir. Peki, sonuçta ne olmuştur` Belli klişelerin dışına çıkmayan, çıkamayan, ufku dar, gölgesinden bile korkan, sığ, yeni fikir ve düşüncelere kapalı, tabulara sarılmayı marifet addeden, yeni çözümler ve projeler üretemeyen, kendi hapishanesine mahkûm olan ve öteleri göremeyen mekanik insanlar yetişmiştir.

 

Bu topraklarda mevcut olan sorunların önemli bir bölümünün bize ait olmadığını, suni bir içeriğe sahip olduğunu, Batı’dan geldiğini söylemeyi burada gereksiz görüyorum. Biz, bize ait mirasa sahip çıkmaz, onları yeterince tanımaz, bilmez ve içselleştiremezsek, onları yeniden dönüştürmez, üzerinde yeni okumalar yapmazsak, o zaman onları başkaları sahiplenir, kullanır. Zaten kullanıyor da. Her yıl Batı’nın prestijli üniversitelerinde Gazali, İbn Arabi, İbn Sina gibi büyük âlim ve filozoflar hakkında bir yığın ciddi doktora tezleri hazırlandığını biliyoruz. Batı’nın bizden daha çok bu değerli insanların görüşlerinden yararlanması düşündürücü olduğu kadar üzücüdür de. Kişisel ve toplumsal problemlerimizin çözümü için gelecekte yapabileceğimiz yeni açılımlar ve projeler adına sözü edilen miras hayati bir öneme ve değere sahip olduğu su götürmez bir hakikattir.

 

Söz konusu bu kadim mirasın özünü ve ruhunu kavramak için öncelikle “felsefe”nin ve “felsefe yapmak” tabirinin ne demek olduğunu açıklığa kavuşturmak yerinde olacak sanırım. Eskiden “felsefe” tabirinin bugünkünden çok daha geniş anlamda kullanıldığını hatırlatmakta yarar vardır. Bugünkü felsefe, kendine göre konusu, metodu olan, başlı başına otonom bir disiplindir. Oysa eskiden felsefe dendiğinde bundan bugün fizik, kimya, biyoloji, tıp, metafizik, din, sosyoloji, psikoloji gibi bilimler ve disiplinlerin bulunduğu bütünsel bir yapı anlaşılıyordu. Ama bu bilim dalları ve disiplinlerin felsefeden ayrılması ve kendi başına bir disiplin haline gelmesi henüz yenidir.

 

Felsefenin binlerce farklı tanımı yapılmıştır, bu yüzden, onu tanımlamak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Ama yine de bazı önemli filozoflardan hareketle bunu denemekte yarar vardır. Kelime anlamı itibariyle felsefe, “bilgelik sevgisi”, “hikmet sevgisi” ve “hikmet arayışı” demektir. Nitekim Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi büyük İslam filozofları felsefeyi ve felsefe yapmayı bilgeliğin, hikmetin ayrılmaz bir parçası olarak görmüşlerdir.

 

Felsefe, “yola çıkmak, yolda olmak” demektir. İnsan niçin yola çıkar` Yolda olmak ister` Tabii ki, bir yere gitmek ve bir amacımızı gerçekleştirmek için yola çıkarız. Hayatı, orada olup bitenleri, klasik ve modern metinleri kılı kırk yararak düşünmek, onlarla enine boyuna hesaplaşmak, buradan yeni bilgiler devşirmek, yepyeni ufuklara doğru yol almak için çıkılır yola. Yola çıkan bir insanın işi, mesleği ve sanatı okumak ve düşünmektir; dahası yeni şeyler üretmek adına oradadır. Ancak bu iş, sanıldığı kadar kolay değildir.

 

Yola çıkmanız, yolda olmanız, ölümü göze alarak bir şeyler yapmanız “felsefe yapmak”tır. Felsefe yapmak, ateşten gömlek giymek, düşüncenin ve fikrin çilesini çekmek, bedel ödemek, pişmek ve olgunlaşmak demektir. Yerinde bir tespitle “Bedeli ödenmeyen fikirler kalıcı olamazlar” der, büyük filozof Nietzsche. Benzer şekilde, büyük Yunan filozofu Sokrat’a göre ise, “felsefe, ölmeyi göze almaktır.” Aslında bu tanım zihnimde o kadar farklı ve o kadar çok şeyler çağrıştırıyor ki, onları burada açıklamaya kalkmak, bu yazının sınırlarını aşmak olur. 

 

Fransız düşünürü Roger Garaudy ise felsefeyi, “Uyuyanları ayağa kaldırmak için verilen savaş” veya “geçmişi okumayı ve geleceği keşfetmeyi öğretmek” olarak nitelendirir. Bizler, ancak geçmişi adam gibi okumayı, yerine göre tenkit etmeyi ve gerekli bilgi ve becerileri öğrendiğimizde bu toprakların geleceğini daha derin bir kavrayışla öngörebilecek, buradan yepyeni ve dinamik bir gelecek inşa edebileceğiz. Bu, geçmişi ihya etmek olmadığı gibi yok saymak da değildir. Aksine geçmişin tecrübe ve birikimlerinden olabildiğince yararlanmak, geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantıyı iyi kurmak, buradan hareketle önümüze bir evlek açmak, yeni bir vizyon ve misyonla bu toprakları her alanda çağın ötesine taşımaktır.

 

Geçmişi okumak, bu topraklarda yetişmiş büyük âlim ve düşünürlerin hangi alanda olursa olsun Arapça, Farsça ve Osmanlıca olarak kaleme aldıkları metinleri büyük bir samimiyet ve vukufiyetle, bitmek bilmeyen bir sabır ve metanetle, bir öğrenci titizliği ile okumak, başarıyla bu metinlerin üstesinden gelmek/gelebilmek, onlarla ciddi bir hesaplaşmaya girmek anlamına gelir. Geçmişi okumak, aynı zamanda insanın kendisini de okuması, iç dünyasına esaslı bir yolculuk yapması, kendisiyle ciddi bir hesaplaşmaya girmesi, “biz”den “ben”e dönmesini demektir.

 

Bu, insanın içine kapanması, çevresiyle ve dünya ile ilişkisini büsbütün koparması anlamına gelmemelidir. Tam tersine bu, insanın mayalanması, demlenmesi, iç dinamiklerini harekete geçirmesi, enerji depolaması, kendine gelmesi ve kendi olmasıdır. Ancak bu toprakların iç dinamikleriyle dış dinamikleri birleştiğinde ve buna evrensel kültür eşlik ettiğinde insanın okuma süreci kemale ermiş olacaktır. Ancak bu süreç, varlığını ve etkinliğini daima sürdürecektir.

 

 

 

  • BafraHaber Yorum
  • Hayatın Dışına İtilen Felsefe: Kayıp Halka (II) içeriğine yorum yapmaktasınız
Favicon
  • Toplam Yorum 0