Hayatın Dışına İtilen Edebiyat

 

 

Edebiyat, ne işe yarar` Boş ve gereksiz bir uğraş mıdır` Hayatımızda önemli diyebileceğimiz bir boşluğu doldurabilir mi` Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi edebiyat, sadece “edebiyat yapmak” mıdır`  Bu tabir, birçok insan tarafından boş, gereksiz ve seviyesiz konuşmaları ifade etmek için kullanılmaktadır. “Felsefe yapmak” tabirine de aynı mantık örgüsü içinde bakıldığını biliyoruz. Genelde toplumumuzun pek çok noktada kavram kargaşası içinde olduğu iyi bilinmektedir. Oysa “edebiyat yapma” tabiri, buradaki anlamının aksine bir içeriğe sahiptir. Lisede okurken edebiyat öğretmenimiz, edebiyatı “edep çerçevesi içinde yazmak ve konuşmak” diye tanımlamıştı.  Edebiyat yapmak, bilgi, incelik, zarafet ve maharet ister. Bir insan, gerçekten de edebiyat yapabiliyorsa, önünde şapka çıkarmak gerekir, ona ne mutlu. Bazı gevezelikleri ve seviyesiz konuşmaları edebiyat çerçevesi içinde değerlendirmek ve ona atfetmek, edebiyatımıza, dahası Türk Dili’ne hakarettir.

 

Görebildiğim kadarıyla toplumumuzda felsefe gibi edebiyat da hayatın dışına itilmiş ve gereksizliğe mahkûm edilmiştir. Bu şekilde davrananlar daha çok bir yazarımızın deyişiyle “edebiyatı ve şiiri küçümseyen, aşkı ve iniş çıkışları yaşamamış, yağmurlarda ıslanmamış, kar fırtınasında yolunu yitirmemiş, kendi hayatını riske sokmamış” insanlardır. Oysa edebiyat, hayatın kıyısında ve köşesinde değil, tam merkezinde, orta yerinde durur. Hayatın önemli bir parçasıdır. Orada duygular kadar düşünceler de önemli bir yer tutar. Duygu ve düşünceler, sıradan, uluorta ve basmakalıp bir biçimde dile getirilmez; onlar doğal olduğu kadar ince ve estetiktir de.

 

Edebiyat, dili, en güzel ve en etkili bir biçimde kullanma/kullanabilme becerisi ve sanatıdır. O, bize dilin inceliğini, zarafetini, mantığını ve üst düzey kullanım biçimini, daha da önemlisi ruhunu verir. Bu, edebiyatı dile indirgemek değildir, ama dil de edebiyatın çok önemli bir yönünü teşkil eder. Hatta dil bir anlamda “edebiyat”tır dersek, yanlış bir ifade kullanmış olmayız. Türk dilini mahveden şeylerin başında edebiyatı gereksizliğe mahkûm etme anlayışı yatmaktadır.  

 

Her kelimenin ve her duygunun hayatın akışı içersinde işgal ettiği bir yer ve bir evlek vardır. Suların çağlayışında, kuşların ötüşünde, yaprakların ırgalanmasında, yağmurun çiselemesinde, karın lapa lapa yağışında, karlı dağların görkeminde, kuzuların melemesinde, kuşların ötüşünde, çiçeklerin ve güllerin kokusunda ve görünüşünde, âşıkların ve ozanların yüreklerinde edebiyatın sesini duyar, kokusunu ve sıcaklığını yakından hissederiz. Edebiyatın nabzı, bu toprakların kokusunda, doğallığında ve sadeliğinde atar. İçinde yaşadığımız evrene gece ve gündüzüyle, yaz ve kışıyla, ilkbahar ve sonbaharıyla bir sanatkârın gözüyle baktığımızda, bakabilmeyi becerdiğimizde aslında onun (evrenin) olağanüstü çarpıcı güzelliklerin ve zenginliklerin olduğu bir masal şehrinden veya güzellikler yumağından inşa edilmiş olduğunu görürüz. İşte orada görebilen gözler, duyabilen kulaklar ve hissedebilen yürekler için şiirin, masalın, hikâyenin, romanın, kısaca edebiyatın gözle görülebilen, elle tutulabilen ve daha da önemlisi yürekle hissedilebilen sayısız numuneleri vardır. Bir bakıma, edebiyat orada ete ve kemiğe bürünmüştür.

 

Balzac’ın romanlarında olduğu gibi edebiyat, bazen bir toplumun, bazen de bütün bir insanlığın hikâyesi oluverir. O hikâyeler, aslında bir birey olarak tek tek hepimizin hikâyesidir. Oradaki karakterler bizden birisidir, tanıdık ve aşina olduğumuz yüzlerdir. Annelerimiz dilinde edebiyat, tılsımlı bir ninni veya çocuksu bir dünyanın kapılarını aralayan, hayal dünyamızı ufukların ötesine taşıyan ve tınısı hep kulaklarımızda kalan bir masal olur. Edebiyat, bazen bir şairin yüreğinde akan bir çağlayan ve apansız dudaklarından dökülüveren bir şiir oluverir. O, bazen, oğulları ve kocaları savaşmak için Yemen’e/Çanakkale’ye giden ve bir daha geri dönemeyen anaların ve dul kadınların dilinde bir türküye/ağıta dönüşür. Mevlana ve Yunus’un dilinde edebiyat, Allah aşkının en mükemmel dizelerinde muhteşem bir çağlayana dönüşür. Edebiyat, bir milletin ölüm kalım savaşının, inişlerinin ve çıkışlarının destana dönüşmesidir. Edebiyat, millet olarak bizim genetik kodlarımıza sinmiş, anlam haritalarımızı şekillendirmiş, yüreklerimizin ve vicdanımızın derinliğinde kök salmış, hayatımızı kuşatmış bir derinliğin ve bir sevgi selinin adıdır.  

 

Peki bu kadar güzelliği ve zenginliği içinde barındıran, hayatın gözelerinden damıtılarak gelen edebiyat, niçin hayatın dışına itilmiştir` Aslında edebiyatla birlikte hayatın dışına itilen şey, bizzat hayatın, dolayısıyla insanın kendisidir. Millet olarak neden bütünü göremiyor, parçayı bütün sanıyoruz` Ya da aya işaret eden parmağı, ayın kendisi sanıyoruz. Basiretimizi, ruh üfleyen ufkumuzu ve vicdanımızı neden yitirdik` Bu sorular, gerçekten de canımızı acıtan, dilimizi ve edebiyatımızı eski görkemine kavuşturmak için cevaplanması gereken sorulardır. Dünyada ve ülkemizde popüler kültürün ortalığı kasıp kavurduğu bir toplumda edebiyat başta olmak üzere doğal olarak bizi biz yapan, dünyaya yeni bir ruh üfleyen ve ruh yapan bütün değerlerimiz, Karl Marks’ın “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor” dediği gibi ciddi anlamda buharlaşmakta ve anlamını kaybetmektedir. Galiba edebiyatımız da bundan nasibini fazlasıyla almış görünüyor.

 

 

 

 

 

 

  

 

  • BafraHaber Yorum
  • Hayatın Dışına İtilen Edebiyat içeriğine yorum yapmaktasınız
Favicon
  • Toplam Yorum 0