Araf Hayatımızın Neresine Denk Düşer`

“Araf”, insanın yapısını güzel ifade etmesi, söyleniş biçimindeki tınısı, asaleti, bir yay gibi gerilmesi ve hayatın her aşamasında farklı bir güzelliği ve bilmeceyi karşımıza çıkarması ve nedenini tam olarak açıklayamadığım, ama derinden hissettiğim bir anlam örgüsüne sahip olması bakımından en sevdiğim kavramlardan birisidir. Eğer, bana hayatım boyunca karşılaştığım ve bildiğim kavramlar içinde “en çok sevdiklerini sırasıyla yaz veya söyle” demiş olsalardı, inanın ki, ilk üç sırada kesinlikle Araf’ı yazardım.
Araf’ta olmak/yaşamak ne anlama geliyor` Acaba Araf hayatımızın neresine denk düşmektedir` Bana göre bu kavram, dinsel ve mistik anlamı yanında bu dünyaya dönük çok zengin bir anlam demeti sunar bize. Araf, bazen bilimsel yazılarda, bazen günlük konuşmalarda, genellikle de pratik hayatımızda karmaşık ve paradoksal düşünceler yanında, çoğu kez de bir duygu seli biçiminde kendisini gösterir.
Hayatımızda karşı karşıya kaldığımız paradoksların, iniş çıkışların ve gel-gitlerin, belki de, en güzel ve ikna edici açıklamasını bu kavramdan hareketle yapabiliriz. Bu paradokslar, özellikle, gündelik konuşmalarımızda karşımıza çıkar ve onlar hakkında belli ölçüde de olsa bir bilgiye sahip oluruz, ancak onların tam olarak ne olduğunu açıklayamayız veya açıklamakta güçlük çekeriz.
İnsan, yalnızlığı gurbette yaşadığı gibi kalabalıklar içinde de yaşayabilir. Dolayısıyla insanın başkalarıyla birlikte yaşaması ya da gurbette olması, onun yalnızlığını tek başına giderebilecek bir durum değildir. İnsanın yaşamını birileriyle paylaşmasına rağmen, yalnızlık duygusunu iliklerine kadar hissetmesi ve yaşaması ya da fiziksel olarak yalnız olmakla birlikte zihnen ve ruhen bu duyguyu hissetmemesi, Araf’ta olmak değil de nedir` Bazen nedenini tam olarak bilemeyeceğimiz bir haleti ruhiye içinde olmamız, bizi açıklanması güç, karmaşık duygulara sevk ederek bilinmez ve egzotik bir alana doğru sürüklemesi Araf’ta olmak, onu yaşamaktır.
Gündelik hayatın akışı içinde birden iç dünyamıza çekilip, yüreğimizin derinliklerine inerek nedenini bilmediğimiz ya da tam olarak açıklayamadığımız bir duygu yoğunluğu ve patlaması yaşarız. Yüreğimizi ve gözlerimizi Nisan ve Sonbahar yağmurları ıslatır; birisi ılık, diğeri ise biraz soğuk ve bir o kadar da buruktur. Bazen bir anda her şey buharlaşabiliyor, bazen insan bir kelebeğin kanadı gibi zarif ve ince bir dokuya bürünüyor. Bazen kendinizi yaşamla ölüm ve hayalle gerçek arasında bir o yana bir bu yana savrulurken bulabiliyorsunuz.
İnsan yaşamı hep iniş-çıkışlar, acılar-güzellikler ve gel-gitler yumağı değil midir` İnsan, bazen bir deniz gibi sakin, arı ve duru, bazen de hiç durmadan kıyıları döven dev dalgalar gibi benliğini döven, kendisini kaybeden bir yaratığa dönüşür, belki de bu Araf’tan çıkıştır. İnsan,   bazen mutlu, bazen mutsuzdur; bazen güler, bazen ağlar, ağlamaklı olur. Bazen insan, çocuksu bir ruh haline sahipken, genelde kendi yaşına ve yaşamına uygun bir ruh hali yaşar. Ancak insan bazen, sarkacın ne o tarafında ne de bu tarafında yer alır. Sarkaç durduğunda, uçların tam orta yerinde, iki uç noktanın arasında sabitlenir. Bu, insanın aynı anda hem acı hem de güzellikler yaşamasına veya acılarla karışmış güzellikler yaşamasına benzer.
Mesela, deprem, bazılarına göre, ahlaki yozlaşmanın çoğalması karşılığında Tanrının insanlara verdiği bir ceza veya uyarıdır; bazılarına göre ise, doğal bir felakettir. Ama her halükarda, o, ürkütücü bir durumdur ve bize büyük bir acı yaşatan bir felakettir. Bu, bize sarkacın iki uca doğru yapmış olduğu gel-gitleri anımsatır. Burada sarkacın orta yerde sabitlenmesine benzer bir yol daha vardır: Depremde her iki uçta yer alan yaklaşıma hakkını veren, ama aynı zamanda onlardan bir şeyler taşıyan, her iki yaklaşımı da ortada buluşturan ve bir bakıma bir senteze dönüştüren bakış açısı. Deprem, tam olarak, ne bir felaket ne de Tanrının bir cezasıdır. Belki de, o, insanların hayata ve varoluş bilmecesine ilişkin bir çıkış yolu önerisidir. Dolayısıyla deprem ve sel felaketi gibi hadiseler, varoluş mücadelesi veren insanın, kendine çeki düzen vermesi; evreni, orada ve kendi yaşamında olup bitenleri yeniden okuması, anlaması ve yorumlaması için bir imkan ve bir potansiyel olabilir. Bu, Araf tadında bir şeydir veya onun dünyaya dönük yüzüdür.
Peki insan denen varlık neden böylesi iniş-çıkışlar yumağıdır` Niçin, hep belli bir noktada değil de bazen sarkacın bir ucunda, bazen öteki ucunda, bazen de ortada konumlanır` Çünkü, bu duygu ve özellikler, insanın mayasında, yapısında ve yaşamında vardır. İnsan, doğal olarak bütün bunları bağrında taşıyan kozmopolit ve kompleks bir canlıdır. Belki de insanı “insan” yapan, bir beşer olma olgunluğuna ve yetkinliğine ulaştıran şeylerin başında Araf gelmektedir. Dolayısıyla farkında olsun ya da olmasın, insan, hayatı boyunca hep Araf’ı yaşar, ona komşudur, hatta onun ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan, biraz da Araf’tır, Araf da insan. İnsan, bir yandan Araf’tan kaçarken, diğer yandan da ona yakalanır, ondan tam olarak kaçamaz, onunla bir şekilde karşılaşır.
Bağrında bir çok bilmeceyi barındıran gezegenimiz ve onun içinde varoluş mücadelesi veren insan, yaşamı boyunca hep (hem içinde yaşadığı evrende hem de sosyo-kültürel ve gündelik yaşamında) varoluş bilmecesinin çözümüyle uğraşıp durmuştur. Ancak her uğraşı, beraberinde yeni ve farklı bilmeceler çıkarır karşımıza. Bu, ruh dünyamızın bir taraftan sislerle kaplanırken, diğer taraftan da bu sislerin dağılması gibi bir şeydir. Daha doğrusu, bu duygu, iki kapılı bir odaya benzer; kapılardan birisi açıldıkça orada ne olup bittiğini çok daha açık ve net bir biçimde görebilirken, diğer kapı açıldıkça orada sisli, puslu ve bilinmez bir yapı tezahür eder. İşte bu, aynı zamanda hayatın inceliği, doğallığı ve esprisidir; dolayısıyla hayatın esprisi tam da bu noktada gizlidir ve orada karşımıza çıkar. Bu, Araf’a rağmen yaşamak değil, Araf’ta olmak, onunla birlikte yaşamak, onu yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmektir. İnsan, ne kadar çabalarsa çabalasın Araf’tan kaçamaz, ona rağmen hayatını sürdüremez. Araf’la insanın ilişkisi, bir yönüyle Rus matruşkaları gibi iç içe geçmiş, pek çok katmana sahip ve bir bütünü temsil eden bir şeydir, bazen de birbiriyle hiçbir bağlantısı yokmuş gibi gözüken iki ayrı şey, iki farklı yapı, birbirine zıtmış gibi duran ikili paradoks.
 Zaman ve mekanın gündelik hayatımızda nasıl bir rol oynadığı, onların varlığının ve yokluğunun yaşamımıza ne katacağı ve oradan ne çıkaracağı üzerinde pek düşünülmemiştir. Oysa, bu iki kavram, bilgi ve kültürün, düşünme süreçlerinin ortaya çıkmasının olmazsa olmazıdır. Diğer taraftan da, zaman ve mekan, insana hiç yıkılması mümkün olmayan çok güçlü bir sığınak gibi gelmektedir. Biraz daha yakından bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı, insan gibi mekanın özellikle de zamanın izafi ve değişken olduğu görülür. Yer çekimini aşan bir hızla uzaya giden astronotun saatiyle NASA’da görev yapan bir mühendisin saati niçin aynı değerleri göstermez` Niçin, Türkiye’de gündüz saat 14.00 iken, ABD’de gece 21.00 dir` Niçin herhangi bir yerin/mekanın konumunu başka bir mekana göre tarif ederiz` Mekanın başka şeylerden bağımsız başlı başına bir konumu niçin yoktur` Araf, hem zaman ve mekanın kültürel kodlarından ve besleyici dinamiklerinden yararlanmak, hem de bu mefhumları aşmak, onlardan ayrı ve bağımsız yaşamak, böyle yaşadığını hissetmektir.
Araf’ın yaşamımızla birebir örtüştüğünü, hayatta olup biten hadiseleri anlamlı bir zemine oturtan en önemli ve öncelikli örneğimiz, hayat-ölüm paradoksudur. Belki, buna hayatın ölümle dansı ya da ölümün hayatla dansı demek daha doğrudur. Sarkacın bir ucunda hayat, öteki ucunda ise ölüm vardır; insan, bu iki nokta arasında gelip gider, bazen hayata, bazen ölüme yaklaşıp uzaklaşır. Bazen hayata, bazen de ölüme tutunur. Bazen de iki arada bir derede sabitlenir. Ancak insan için bunların hiçbiri daimi bir durak değil, geçici bir uğraktır. İnsan, nerede, nasıl ve ne zaman öleceğini bilmez, bilemez. Hayatta tam olarak nelerle karşılaşacağını, neler yaşayacağını veya yaşamayacağını bihakkın bilemez; çünkü hayatımız, bütün çabalarımıza rağmen her zaman istediğimiz gibi akıp gitmez, bazen hayatımızda bize inat olup biten şeyler olur ve bizi daha önce hiçbir şekilde kestiremediğimiz bir mecraya sürükleyebilir.
 

  Her canlı gibi insan da doğar, büyür ve zamanı gelince ölüm denen gerçekle karşı karşıya gelir. Hayat, varlığı, canlılığı, nefes alıp vermeyi, hareket etmeyi, dinamizmi ve bütün bunların şuurunda olmayı gerektirir. Ölüm ise, bütün bunların aksine, insanın çok daha farklı bir boyutu tecrübe etmesini, metafiziksel bir sıçrama yaparak ötelerin ötesine gitmesini, Araf’ı bihakkın yaşamasını ve sarkacın öteki ucunu temsil etmektedir.
Burada Araf, bir yönüyle hayata ışık tutarken ve yaşam kaynağı olurken, öteki yönüyle de ölüme göz kırpmaktadır. Bir başka boyutuyla da o, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi göstermektedir. Bu bakımdan, bu kavram, hem fiziksel olana, hem de metafiziksel olana gönderme yapmakta, bir bakıma fizikle metafiziğin buluştuğu noktayı göstermektedir. Öyle görünüyor ki, Araf’ın mekâna ve zamana, içkin olana, dolayısıyla dünyaya dönük bir yüzü/yönü vardır; bir de zamansızlığa, mekansızlığa, aşkın olana dönük yüzü vardır. İnsan, hayatı boyunca Araf’ın bu iki yüzüyle de karşılaşır, onu bihakkın tecrübe eder. İnsanı insan yapan, olgunlaştıran, kemale erdiren, bilgelik bilincine sahip olmasını sağlayan biraz da Araf’ta olması değil midir`

  • BafraHaber Yorum
  • Araf Hayatımızın Neresine Denk Düşer` içeriğine yorum yapmaktasınız
Favicon
  • Toplam Yorum 0