Morgen Freman’ı ne zaman görsem aklıma, Nelson Mandela gelir diyenlerdenseniz müjde. Freman Invictus [Yenilmez] filminde Mandela rolünde sizi bekliyor.
Biyografi, tarih ve dram janrlarına girebilecek olan film, John Carlin`in "Laying The Enemy: Nelson Mandela and The Game That Changed a Nation" kitabından beyazperdeye uyarlanmış. Güney Afrika ragbi takımının kaptanı François Pienaar’ı ise Matt Damon canlandırıyor.
Başkan seçildikten sonra, 43 milyon siyahın 63 bin beyaza olan öfkesini ve kinini, sevgi ve kardeşliğe dönüştürebilmek için sporun imkânlarından yararlanmak isteyen Mandela 1995 Dünya Ragbi Kupasında ülkesinin takımına destek veriyor. Böyle bir konuyu beyazperdeye en güzel aktaracak yönetmenlerin başında Clint Eastwood gelir diyorsanız size aşk olsun derim!
Film boyunca Mandela örnek bir siyaset adamı olarak gözüküyor. Fakat bizim çağdaşlarımız gibi olanlardan değil. Bilgeliğin iki unsurundan birisi olan akıl daima yedekte hazır tutulmakta, ama ön planda olan diğer unsur kalp. Kalbi insan sevgisi ile öylesine dolu ki, yıllarca beyazların siyahlara zalimlikleri ile hırpalanan yüreği, sonradan siyahların beyazlara yapacakları zulümlere müsaade etmiyor. Aliya’mıza ne kadar benzer bu yönüyle. O da Müslüman Boşnakların Sırplara yapacakları misillemelere müsaade etmemişti. Hiçbir koşulda inançlarıyla çelişmiyor Mandela. İnancına aykırı hareket etmesi lüzumunda başkanlığı terk edeceğini belirtiyor.
27 yıl hapis hayatının kendisini eğittiğini ifade eden Mandela 71 yaşında hapisten çıkar. İnsan üzerine derin bir sophiaya sahiptir. Filmde bu yönü özellikle ön plandadır. Başkanlığın ertesi günü ofisinde çalışan beyazlar artık bizim işimiz bitti dercesine bürolarını toplayıp terk ederken Mandela onları toplar ve konuşur. Güçlü ve etkili bir söylemi vardır. Beyazlar işlerinin başına döner. Korumalarının yarısı siyah, yarısı beyazdır. Siyah ve beyaz renklerin uyumunu arzulamaktadır. Sık sık “rainbow nation” [gökkuşağı ulusu] oluşturmaktan söz eder. Beyaz azınlığı ait her şeyi ele geçirmek ve siyahlaştırmak hırsındaki yoldaşlarını etkili konuşmalarla sakinleştirir.
Mandela ile karşılaşan beyazlar ondaki wisdom [bilgelik/hikmet] karşısında hayret makamına düşmektedirler. Korumalarından birisine neyi sevdiğini sorar, İngiliz şekeri cevabını alır. İngiltere dönüşü korumasına bir paket şeker hediye eder. Kime nasılsın diye sorsa, karşısındaki gerçekleri söylemek zorunda kalır. Çünkü Mandela bir insana döndüğünde/baktığında bütün vechesiyle döner/bakar. Düşünüyorum da hapishaneye medrese-i yûsufiyye diyenler ne kadar haklılarmış!
Ülkenin ulusal Ragbi takımı Springboks beyazların yönetiminde olup, ırk ayrımcılığının sembolüdür. Hiçbir siyah bu takımı tutmaz. Yabancı takımların bu takım ile oynadığı maçlarda Springboks aleyhine tezahürat yaparlar. Hapishanede iken Mandela da. Fakat değişmek gerekmektedir artık. Ve değişim en yukarıdan başlamalıdır. Mandela Springboks takımını destekler. Takımın beyaz kaptanı ile dostane sohbetler yapar. Onu bir lider olarak motive eder. Takıma yıllarca kaldığı hapishaneyi ziyaret etmesini tavsiye eder. Mandela’nın kaldığı odanın yürek parçalayan hali kaptan ve oyuncuları derinden etkiler.
Takımın varoşları gezmesini ister. Bu geziler beyazlar ile siyahların bütünleşmesine katkı sağlar. Dünya kupası maçları başlar. Takım Yani Zelanda’nın güçlü takımı All Blacks’ı yenerek kupayı kazanır. Ülkenin bir zafere aç olduğunu gören Mandela bu zaferle siyahlar ile beyazların sevinç içinde birbirlerine sarılmalarını sağlamış oldu. Filmi izlerken sarılma sahnelerine dikkat ediniz lütfen.
Dante’nin La Divina Commedia’sında şahane bir anlatımla açıklanan, Hıristiyanlarca 7 ölümcül günah olarak benimsenen gurur, aç gözlülük, şehvet düşkünlüğü, kıskançlık, oburluk, öfke ve tembellik gibi kötü huylardan [SALIGIA] kendini uzak tutmasındaki başarısı filmde kaptan tarafından şu sözlerle ifade edilir: “Bir insan 30 yılını ufacık bir hücrede çürüttükten sonra, nasıl olur da dışarı çıktığı gibi, onu o hücreye koyanları affa amade olur.”
Filmin sonunda kupayı alan kaptan François kendisi ile röportaj yapan ünlü spor yazarının “63 bin Güney Afrikalının —sadece beyazların demek istiyor— muhteşem desteği olmasaydı başaramazdınız.” şeklindeki izahına, “Hayır. 63 bin Güney Afrikalının desteği yoktu. 43 milyon Güney Afrikalının desteği vardı.” sözleri ile cevap verir.
Filmin Barack Obama’ya “Olabileceksen böyle bir başkan ol!” mesajı taşıdığı çok açık. Ancak ben bütün siyasetçilerin ve siyaset ile ilgilenenlerin filmden alacakları nasihatler olacağını düşünüyorum. Bir film izlemekle dünyanın düzeleceğini kimse iddia etmiyor ki.
Eastwood, Million Dollar Baby ile başlayan ve Gran Torino ile biten dönemde insani erdemleri konu edinen filmler yönetti ve oynadı. Invictus ile oyunculuk döneminin bittiğini açıkladı. Dolar Üçlemesi ile başlayan birlikteliğimiz samimi olarak devam etti. Invictus samimiyetin sürdüğünün kanıtı olarak sinema tarihine geçecektir.
Mandela’nın hapishane hayatında devamlı okuduğu şiir:
Üzerime çöken geceden başka Kapkaradır o çukur da boydan boya Hangi Tanrılar bahşetmiş bilmem ama Şükrederim yenilmez ruhum için onlara. Feleğin pençesine düştüğüm anda Ne irkildim, ne de sızlanıp durdum Kaderin kılıcı tepeme bindiğinde Kana bulandı da başım, eğilmedi hiç boynum. Gazap ve gözyaşı ülkesinin ötesinde Görünmez hiçbir şey, gölgenin dehşetinden sonsuz Ben senelerin tehdidin gölgesinde Çalsınlar da kapımı, bulsunlar beni korkusuz. Dar olmuş ne fark eder kapının kendisi Çetinse cezam, fark eder mi zindanı Benim, kendi kaderimin efendisi. Benim, kendi ruhumun kaptanı.
NOT: Şiirin çevirisi için Sleepwalk3r’e sonsuz teşekkürler.
[email protected]