Çocukluğumuzun en vazgeçilmezlerinden biri soğuk kış günlerinde yanan soba ve kuzinenin üzerinde kestane pişirmekti. Soğumasını bile beklemeden sobanın üzerinden aldığımız kestaneler, elimizi, ağzımızı da yaksa bir çırpıda yer bitirirdik.
Kuzineler öyle marifetli sobalardı ki, odun yanan soba kısmının dışında birde fırın kısmı vardı. Orada pişirilen kabağın tadına doyum olmazdı. Hele fos fos kabaran ekmek ve böreğe ne demeli.
Sadece bunlar mı? Kuzinenin üzerinde sürekli bulunanlar, fokur fokur kaynayan demlikten içtiğimiz bir bardak ıhlamur ağzımızda mis gibi bir tat bırakıyor, içimizi ısıtıyordu.
Nedendir bilmem, babaannem soyduğu elmanın kabuklarını çöpe atmak yerine ıhlamur demliğinin içine atardı. Aslında bu, ıhlamura da farklı bir lezzet veriyordu.
Tabii kış mevsiminin tamamı bundan ibaret değildi. Bizim zamanımızdaki kışlar, şimdiki gibi çakma dediklerinden değildi. Evlerin saçaklarından metrelerce uzunluktaki buzdan oluşmuş sarkıtlar, bizim eğlence kaynaklarımızdan biriydi. Onları ne yapar eder koparır, mızrak gibi onunla oynardık.
Karla çok oynadığımız halde hiç eldivenimiz olmamıştı. Eski çorapları kat kat elimize geçirip eldiven niyetine kullanıyorduk. Kar fazla yağmışsa tıpkı bir tavşan gibi kar kütlesinin bir tarafından girip kendimize dehliz açıyor, metrelerce ileriden çıkıyorduk.
Annemlerin evde yaptığı pekmezler kışın çok işe yarıyordu. Boncuklaşmış karları bir tepsiye dolduruyor, pekmezi de onun üzerine döküyor ve kaşıkla yiyorduk.
“Karsambaç” şimdi sadece Adana’da “Bici Bici” adıyla gülsuyu dökülerek yapılıyor. Şimdiki çocuklar için kış çok şey ifade etmiyor. Onlar bizim gibi kışın güzelliğini hiç yaşayamadılar. Belki atkıları, eldivenleri, kalın giysileri var ama onlar için kış soğuğundan korunulması gereken bir dönemin adı o kadar.
Uzun süren kış günlerinde yabani kuşlar her tarafı kapatan bembeyaz örtü yüzünden yiyecek bulamazlardı. Bizde mini mini bir kuş donmuştu pencereme konmuştu, misali ekmek kırıntılarını pencere kenarlarına koyar kuşların dikkatli bir şekilde gelerek onları alıp, yemesini izlerdik.
Bu arada kış günlerindeki ev gezmeleri de bütün hızıyla devam ederdi. Misafirliğe gidilecek evlerden müsait değiliz lafını hiç duymazdık. Bizimkilerin en çok ev gezmesine gittikleri yerlerden biri de Kemal ve Keki amcalardı. Onlar kardeşlerdi Kemal amcanın eşi de annemin yakın akrabasıydı. Biz çocukların ev gezmesinden en çok hoşlandığı evler onlarınkiydi. O evlerde hiç sıkılmazdık. Çocukları sıkmazlar onlara bağırmazlardı. Çoğu evden duyduğumuz öyle yapma günah, böyle deme günah gibi dini sözlerle bizi korkutmazlardı. Çocuklar o evlerde sadece eğlenebiliyor, güzel saatler geçirebiliyor, sohbetlere bile katılabiliyorlardı. Kağıt kalem bulduğumuzda yaşıtımız çocuklarla hayvan, bitki, eşya oyunu bile oynayabiliyorduk. O aileleri diğer ailelerden farklı kılan neydi? Son yıllara kadar hiç öğrenememiştim. Onları farklı kılan bir şey daha vardı. Çok tatlı dillilerdi. Annem onlara “bal dudak” derdi. Gerçekten annemin kullandığı ifade yerini çok iyi buluyordu. Öylelerdi saatlerce onları dinleseniz, hem bir şeyler öğrenir hem de bıkmazdınız.
Yıllar yılları kovalamış, fizik, kimya biyoloji derken tarih dersinde de Anadolu’da ne olmuş kim ölmüş, kim kalmış nasıl olmuş, bir şeyler öğrenmiştik. Kemal ve Zeki amcalar Bafralı değilmiş, Bafra’ya Çorum’dan gelmişler. Bu kadarını öğrenmiştim. Ama geri kalanını öğrenmem uzun yıllar alacaktı.
1932 doğumlu Kemal Amca babamı çok özlemiş ve işyerimize gelmişti. Kemal Amca’ya çok sevdiği sade kahvesini söylemiştim. Çocukluğumda ona çok kahve söylemiştim. Oradan alışkındım. Bu güzel sohbet eden adamla eskilerden konuşurken neden Çorum’dan Bafra’ya taşındıklarını sordum. Vazgeçmeyen bir tip olduğumu iyi bildiğinden anlatmaya başladı.
Birinci Dünya Savaşından önce Almanların kurduğu amele taburlarında Rum ve Ermeni erkekleri toplanıyor, yol ve inşaat işlerinde çalıştırılıyormuş. Kemal Amca’nın babası da amele taburlarına alınmış.
Havza ilçesindeki yol inşaatında çalıştırılıyormuş. Her nasılsa bu Ermeni genci yıllarca kaldığı Havza’da, bir Türk kızını görmüş. Amele taburundan kaçıp Müslüman olmuş. Sevdiği kızla evlenip Bafra’ya yerleşmiş. İki çocukları olmuş. Çoğunun yaptığı gibi Müslümandan daha fazla Müslüman görünüp Müslüman tebaya kendini daha kolay kabul ettirme sevdasına hiç düşmediklerinden, onlara dönme lakabı bile vermişler.
Sadece göründükleri olmuşlar ve tüm yaşamlarında da din yüzünden hiç bir tartışmaya girmeyip, ne kendilerini ne de başkalarını hiç üzmemişler.
Şimdi torun büyütüyoruz diyordu gülerek. Konuşmasından bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Bafra’da bilmediğim ve düşünemeyeceğim kadar kripto Ermeni vardı. Annem Müslüman olmuş, ya da olmuş görünen Ermeni ve Rumlar için onlar Türk olmuş derdi.
Bende her defasında itiraz eder anne Türk olunmaz bir insan neyse odur değişmez, değiştirilemez sadece din değiştirilebilir derdim. O da, ondan bir şey anlamaz, bir zaman sonra yine aynı şeyleri söylerdi. Benim Anadolu’mun güzel insanlarından bazıları biz çocukken oynadığımız saklambaç oyununu tüm yaşamları boyunca oynamıştı. Aslında bu oyun dünyanın çoğu ülkesinde oynanan oyunlardan bir tanesi değil miydi?
İnançların tamamın kutsallığı olmalıydı. insanları bölen, ikileştiren şeyler yerine tüm inançların kabullenildiği kardeşçe ve özgür bir yaşam için çalışılmalı. Terörün her türlüsüne karsı, rengi dili, dini ne olursa olsun tüm insanlar birlikte olmalı. Eski sanatçılarımızdan Şenay’ın söylediği gibi “Bütün Dünya Buna İnansa, Birlik Olsa, Hayat Bayram Olsa”
Recep Yılmaz