Bafra, denizin kenarında olup denize küskün, denizin varlığıyla ilgilenmeyen, denize sırtını dönmüş... Kızılırmak’ın suyunun damarlarında dolaştığı tahıl, sebze diyarı… Öyle ki yol kenarına traktörden dökülen yeşilliklerle bile halkını doyurabilecek verimkâr topraklara sahip Bafra… Sen ne güzel düzen kurmuşsun. Bağrına deşilip atılan tohumlarla mal sahibini, onu söken halkını, işçini doyurmuşsun. Toprağın her mevsim vermeye hazır. Nadasa bile vaktin yok. Anadolu kadını gibidir yağmurlu havalarda dinlenen. Ana gibidir her daim eli kolu, kucağı dolu… Tarım olmuş senin hikâyen. Sen Bafra’sın, Bafra sen. Âşık Veysel ne güzel demiş, ne güzel anlatmış:
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır.
Tüm renkleri aynı topraktan çıkaran Bafra sen ne şanslısın. Her mevsim renklerle dans edilir mi? Gökkuşağı gibisin. Ressamın paleti gibisin taşmış rengarenk boyalar, yerli malı sofrası gibisin dolu dolu, ayçiçeğin sarısı, turpun kırmızısı, katmer katmer lahana, boncuk boncuk arık boyu kapya, mis kokulu kavun, şairlere esin olmuş buğday. Sarı deniz olur mu, Bafra’da olur dalga dalga kanola, yumru yumru karnabahar, kan damlası domates, mutfağın mutsuzu pırasa, tütün ve daha niceleri. Sebze sepetidir Bafra.
Sabahın ayazında, içinde ne olduğunu bilmediğim, ama tahmin ettiğim naylon torbanın yanında oturan kadınların önünden sıcak arabamın içinde okula giderdim. Utanırdım sıcaktan, utanırdım yanlarından geçerken. Büzülmüş torbasının yanına biraz titrek biraz yorgun ve uykusuz…
Gözleri puslu yolu gözleyen kadınların, bekledikleri minibüsü görünce yüzündeki gülümseme ve gözlerinde dağılan pusu bu kadar net göremezsiniz. Adımını attığında arabaya gün onun için anca aymıştır. Elindeki çantaları arkadaşlarının yardımı ile sıkıştırırken koltuk aralarına selamlar toprak kokan arkadaşlarını. Yeni gelen arkadaşlarıyla daha bir şenlenir ortam. Sanki mesire alanına gider gibi.
Yol alır araba taşıdığı onca emekle. Değerlidir yolcuları; ekmektir, sudur, yaşamdır, çocuğun eline verilen reçelli ekmek gibidir. Emektir. Yoksulluktur aynı zamanda ter ter toprağa düşen. Direniştir, mücadeledir, var olma kavgasıdır, birey olma mücadelesi, çocuklarına vereceği harçlıktır. Onlar toprağa muhtaç, toprak onlara. Kızılırmak dal dal, damar damar salkım oldu yetti toprağa, artanını saldı denizlere.
Çavuş denilen baş elemanlar tarla sahiplerinin tanıdığı, iletişim numarasının bulunduğu kişidir. Hasat zamanı, dikim ya da belleme zamanı tarla sahipleri tarafından aranarak yapılacak iş ve işçi sayısını çavuşa bildirir. Çavuş istenen sayıdaki işçiyi telefonla arar. Sonra onları tek tek buluşma noktalarından alır ve çağrılan tarlaya götürür. Çavuş araç sahibi olmalı. Çavuş diğer işçilerden kafa başı para aldığı gibi aracılık için de ücret alır. Tarlada çalışınca amele yevmiyesi de alır. Çavuşlar düzgün, dürüst insan olmak zorundadır. Eğer götürdüğü işçinin güvenini kaybederse çavuş tarlaya götürecek işçiyi bulamaz.
Günlüğe gideceğim bağlantıyı kuracak kişi daha önce okulumda temizlik işçisi olarak çalışan Hediye Hanım’dı. Ona bu isteğimden bahsedince, tamam ben seni de alırım, dedi. Ama işi yapıp yapamayacağım konusunda endişesi vardı. Yaparım dedim, yarıda bırakmam dedim, bir çocuğun annesini ikna etmeye çalışması gibi çaba sarf ettim. Yakında pırasa sökümü var ona gideriz dedi. Bisiklet sözü almış çocuk gibi sevindim. Sevinmez miyim... Ben de tarlalardaki kaplumbağalardan olacaktım. Ben de okşamalıydım toprağı, genzime yerleşmeliydi pırasa, çürümüş kapya biberin kokusu, kısacık bir yaşam ve tadılması gereken güzellikler. Denemeliyim, deneyeceğim. Bafra’yı bilmek Bafra’yı yaşamak, hissetmek bence tarımından başlamalıydı.
Öyle ya çavuşa ve tarla sahibine mahcup olmak da vardı. Saati altıya kurdum Beni tarlaya götürecek kişiden yanımda neler olması gerektiğini sordum, öğrendim. Çantamı geceden hazırladım, eldiven, bıçak, su, bele bağlamak için eski bir gömlek, üzerimizin çiyden ıslanmaması için kalın poşetten beline lastik geçirilmiş etek, çizme ve öğle molasında yiyeceğim yemek, çay…
Tarla sahiplerinin yemek vereni en makbulüymüş. Sürekli işçiler tarla sahiplerini kısım kısım ayırmışlar. Bazıları sürekli tepende ve hiçbir tolerans göstermeyen, mecbur olmadıkça gidilmek istenmeyen, su dahi vermeyen, getirttiği işçiyi hakir gören burnu büyükler. Bazısı ise işçi ile birlikte tarlada çalışan su ve yemek veren tarla sahipleri ki bunlara gidilirken daha istekli olunurdu.
Araç içinde selam faslı geçildikten sonra tanıdıklar hakkında konuşmalar başlar. Hastalar, ölenler konuşulur. Ara ara şaşkınlık ya da üzüntü nidaları yükselir. Beni tanımadıkları için Hediye Hanım’a “kim bu?” der gibi göz çevirmelerine tanık oluyordum. Ortama tanıtılınca sorular bana yönelmeye başladı. Neden, niçin? Onlara sorularının cevaplarını verdim. Hoşlarına gitti. Kendilerini önemsediklerini hissettim. Çünkü onlardan öğrenecek çok şeyim vardı
Yolu izlemez kadınlar. Bildiktir, tanıdıktır, iştir yol boyu görünen. Kulağım onlarda olmasına rağmen yolu izliyorum. İçimde panayır yerine bir an önce varma hissi. Biraz da utanıyorum sanki. Kalıpları yıkmak, emeği bilmek için yaptığım bu girişimden.
Nihayet araç, toprak bir tarla yolunda durdu. Herkes gibi ben de indim, poşetimi elime alarak, onları izleyerek ne yapmam gerektiğini gözlemledim. Çizmelerim ayağımda olduğu için sadece kalın poşetten yapılan eteğimi giydim. Bu eteği beni tarlaya getiren Hediye Hanım vermişti. Hediye, aynı zamanda beni yönlendiriyor, ne yapmam gerektiğini kulağıma fısıldıyordu. Çünkü tarla sahibi tarlasında acemi görmek istemezdi.
Yemek ve montlarımızı tarlanın kenarına bıraktık. Önümüzde koca bir pırasa ormanı. Yerler çamur olduğundan attığımız her adım da ayaklarımızı daha zor atıyorduk. Kısa bir zamanda görev bölümü yapıldı. Bir kısmı koparacak, bir kısmı püskülleri kesecek şekilde görevlendirme yapıldı. Ben koparıcılar arasındaydım. Ve başladık.
Pırasa tarlası Kızılırmak misali önümüzde akıp gidiyordu. Uzaktan bakınca yeşil bir halıyı, ırmağı andıran pırasa tarlası yaklaştığınızda minyatür bir orman gibiydi. Her bir ağacı kök salmış dimdik uzanmakta. Arada sıkışmış olanları zayıf kalmış ama baş eğmemiş. Mücadelenin adı pırasa… Yılmadan boyun eğmeden, direnmek, zayıf kalsa da vazgeçmemek. Pırasa, çoğu insanının yemekte tercih etmediği, son alternatif olarak düşündüğü; semt pazarındaki en gariban, belki de en ucuz olan… Çamurlusunu beğenmediğimiz, son turda pazardan aldığımız. Pırasa evde pişirildiğinde bile kokusundan “Iyyyyy pırasa mı, yemem!” dediğimiz… Annelerimizin, onun sağlıklı olduğuna dair bütün bildiklerini ortaya döktüğü pırasa. Hani yazık olmasın diye evin kadınının kalanı yediği pırasa. Oysa tarlasında kendine güvenen, zor şartlara dayanıklı, dimdik duran pırasa mutfağa girince mahzunlaşan, garipleşen, azarlanan…
Pırasalar topraktan ayrılmaya pek isteksizmiş gibi kökünde bir tomar toprakla elimize geliyordu. Küçük bir silkelemeyle ayırıyordum onları. Sonra püskül kesicinin işini seri şekilde yapabilmesi için öbekler halinde düzgünce yerleştiriyorduk. İnatlaşan pırasalar da vardı. Elindeki pırasaları boşaltır, iki elinle asılırsın. Güç yeter mi insana. Koca dev gibi hissedersin kendini, koca ağaçları deste deste koparıp üst üste dizersin. Terapidir, öfkeni koparırsın, silkelersin, vurursun yere; o an yüz kaslarının bile kasıldığını hissedersin.
Gittiğimiz tarla sahibi ikinci guruptaki yani işçiyi zorlamayan ve yemek veren yerdi. Böyle olunca daha rahat çalışılıyordu. Koca tarla bitsin diye hızlı hızlı sökerken bana yavaş yap diyenlere karşı, “Koca tarla yavaş yapsak bitmez!” deyince “Bitmezse yarın da geliriz” diyorlardı. Gruba uymanın gerekliliğine inanarak zorla da olsa yavaşlıyordum. Karık boyu ne hızlı ne de guruptan yavaş ilerlemek düzeni bozan hareketlerdir. Tarla işi kaba görünse de hassas dengelerin olduğu bir emek çabasıdır. Matematiktir hesap yapılan; coğrafyadır, fiziktir güç dengelemesi yapılan; biyolojidir vücudunu en dikkatli şekilde kullanman gerektiğini öğreten ve müziktir ruhunu rahatlatan. Bir doğa okuludur Bafra Ovası.
Hava soğuk olmasına rağmen ben terlemeye başlamıştım. Gözlerimin içine süzülen terden gözlerim yanıyordu. Ama bir o kadar da gururluydum, yapabiliyordum. Tarla sahibi benim acemi olduğumu anlamamıştı.
Tüm beller sıra halindeki arıklarda toprağa paralel göç eden kaplumbağalar gibi aynı yöne doğru ritmik hareketlerle akardı. Kızılırmak gibi. Sessiz, derin… Güçlü akan suyun içindeki bir kayaya denk geldiğindeki dalgalanmayı andırırdı kadınların yorulan belini kısa bir süre dinlendirmek için ayağa kalkması. Türkü söylemek istersin. Sesin yetmez, nefesin yetmez. Ne güzel giderdi bu ahenge bir bozlak…
Belli miktarda koparılan pırasaların soyulma işlemine tüm işçiler katılır. Tarla sahibinin çuvalların içine köpük koyup bağladığı oturakta oturarak pırasalar ayıklanır, sararmış yapraklar koparılır ve eşeğe (üzerine düzgünce konulup bağlanan tezgâh) götürülür. Orada düzgünce yaprak uçları kesilip balya haline getirilir. Bu işlem dinlendiricidir. Ayıklama esnasında muhabbet artıyordu. Artık ben de muhabbete katılıyordum. Araba ile geçerken uzaktan merak ettiğim kadınların arasındaydım. Her kadın benim için masal kahramanı gibiydi. Hepsi ayrı bir roman, dünyaya bakılan farklı pencerelerdi. Onlar için olağan olan sohbetleri bana film karesi içindeymişim hissini veriyordu.
Öğle molası. Evlerimizden getirdiğimiz azığı ortamıza alarak toprağın üzerine yerleştirdik, herkes kendi getirdiği yemeği grup arkadaşlarına ikram ediyordu. Yediğim en güzel yemek. Hele tarla sahibinin de katkısı varsa. Kopardığımız pırasaların sarı yaprakları (fışkı) üzerinde yemek... Ekmek bu kadar lezzetli olabilir miydi, su bu kadar aziz miydi? Topraklı, pırasa kokan ellerimizle karnımızı doyurup tarla sahibinin ikram ettiği çayı büyük bir zevkle höpürdeterek içtik. İşin açıkçası bu zevkli yemek ve moladan sonra tekrar çalışmaya başlamak biraz zor geliyordu.
Yeniden çalışmaya başladıktan beş on dakika sonra aynı hızla kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kopar, saçakları kes, kuru yaprakları ayıkla, eşeğe götür, balya yap. Arada pırasa balyalarından meydana gelen yeşil beyazdan oluşan muhteşem örüntüyü seyrediyorum. Zaman ilerledikçe, kaçamak kaçamak saate bakıyoruz. Yorgunluk iyice kendini göstermeye başlıyor. Öte yandan henüz bitmemiş olan tarlanın sıkıntısını mal sahibi adına hissediyorum. Ama zaman kısıtlı bahçe büyük. Hava kararmaya başlamıştı bile.
Gün sona ermiş, paydos saati gelmiş, tarla bitmemişti. Canım sıkıldı. Tarla sahibi yarın tekrar çavuşla bağlantıya geçecek ve işçi isteyecekti. Kim kazanıyor, kim kaybediyor? Ya da her iki taraf da kazanıyor mu? Sadece şundan eminim ki ben her halükârda kazançlıyım. Pırasa tarımı, sökümü hakkında söz sahibiyim artık.
Geldiğimiz gibi tarladan çıkışımız da aynı düzende oldu, tarla başında bıraktığımız giysi ve yemek poşetlerimizi aldık. Kadınlar ayaklarına dolanan torakları çimenlere sürerek temizledi. Naylon eteklerimizi çıkarıp çantalarımıza koyduk. Hediye Hanım yanıma geldi ve bana elini uzattı. Elinde o günkü yevmiyem vardı. Parayı aldım. Yıllardır her ay maaş alırım. Elimdeki paradan kat kat fazla. Ama aldığım hiçbir maaş bu para kadar beni mutlu etmemişti. Ben bu parayı nasıl harcayabilirdim? Ben toprağa dokunmuştum. İşçileri tanımıştım, bilgi sahibi olmuş, kısa süreliğine tek derdim pırasa sökümü olmuştu. Sahi kim kime para vermeliydi?
İşçileri taşıyan araç bindik. Günün değerlendirilmesi, tarla sahibinin değerlendirilmesi yorgun seslerle yapıldı. Herkes araca bindiği yerde indi. Ben de indim. Otomobilime binerek eve geldim. Vücudumun her yeri ağrıyordu. Kaslarım yorgun düşmüştü. Uzandığım yerde tüm vücudum alçıya alınmış gibi sağa sola dönemiyordum. Paramı bir müddet daha seyrettim. Bayram ayakkabısı misali yastığımın altına koydum. Emeğimin üzerinde en tatlı uykumu uyudum…
Emine Kadıoğlu Uluçay
17 Ekim 2023, Bafrahaber.com
Emine hocam eline yüreğine sağlık. gerçekten bende sanki o tarlaya gelip pırasa söktüm. bir günde inşallah oltacılık ile balık tutmak ile ilgili bir yazı yazarsan onuda merakla okuruz. semaver çayını unutmayalım. t. taş
Emekçi olanların yüreğini kırk haramiler anlayamaz,anlamak da işlerine gelmez.
Emine hocama bak 30 yıllık mesleğimi elimden aldı.o ne yazı be.sanki sabahattin ali romanı yada yaşar kemalin ince memedi gibi süper bir anlatım yapmış.